29 Kasım 2010 Pazartesi

Taşıdım HAMAL GİBİ BEN KALBİMİ ONCA SENE, TAM ONA MUHTAÇ OLUNCA ÇEKMİŞ GİTMİŞ NEREDE "AH NEREDE VAH NEREDE"

23 Kasım 2010 Salı

BU HEP BÖYLEMİ GİDECEK


  “Her Yüzük Ve Bileklik İçin Bir Avuç Antep Fıstığı İstiyorum”




Ellerini betonun üzerinde yavaş yavaş gezdiriyordu. Her dokunduğunda yüzü biraz daha derinlere gömülüp uzaktaki noktaya sabitleşiyordu. Yüzü donuktu. Bakışlarıyla birlikte yüzü kirpikleri bile oynamayan ufak bir oyuncak bebeğe benziyordu. Bir anda köpeğin havlaması ile irkilerek başını iki yana salladı. Bilinçsizce sesin nereden geldiğini kestirmeye çalışıyordu. Sallanan başıyla birlikte sanki gözlerinin önündeki görüntülerde, bir sağa bir sola doğru eğilmişler sonra da çamurlu bir suya taşın değmesi gibi bulanıklaşıp uzaklaşmışlardı.
Sonra betonun üzerinde gezdirdiği ellerine baktı. Üşüdüğünü hissetti. Uzun süredir buradaydı ama bir iki saniye öncesine kadar üşüdüğünün farkına varmamıştı. Ellerini birbirine kavuşturarak ovuşturmaya başladı. Sonra sağ elini sol elinin üzerine bastırdı ve biraz tuttuktan sonra çekti. Bastırdığı yer bembeyazdı, ayaklarının altındaki kar gibi. Biraz aradan sonra bastırdığı yer yavaş yavaş pembeleşmeye başladı. Sessiz ama hızlı bir nefes alışverişi yapıyordu. Kalbi de az önceki kızgınlığının geçtiğini vurgular gibi yavaş atmaya başlamıştı. Az önce ise sanki yerinden çıkacakmış gibi, maratona katılmış bir koşucunun kalbi gibi hızlıydı.
Gözleri ile aradığı yeri bulmuştu. Az önce havladığı yerde köpek ona bakıyordu. Niye havlamıştı ki, sert bir ifadeyle ona bakarak kızgınlığını anlatmaya çalıştı. Köpeğine çok nadir kızardı ama bu sefer gerçekten onu kızdırmıştı. Çünkü onu huzurlu hissetmesini sağlayan hayalinden uyandırmıştı. Ne güzeldi hayali. Kocaman bir çanta ile babası eve geliyor içinde tüm sevdiği yiyecekleri getiriyordu, en çok ta Antep Fıstığı!
-         Hepsi senin için! Diyordu, gülen bir yüzle babası.
Sessizce ve bir yatalak hastanın yerinden doğrulmaya çalışması gibi, uzun süredir oturduğu beton yığınının üzerinden bedenini uzaklaştırdı. Kazağının içine sanki bir kar yumağı bırakılmış gibi içi ürperdi. Tam içeri gitmesi gerektiğini düşünürken kulağına gelen sese yöneldi.

-         Hadi gelmiyor musun? Dedi komşunun kızı.

Sanki onun için o saniyeler akmıyordu da kenarda dinleniyordu. Yavaş yavaş, gülümseme göstermek isteyen ama gergin tuttuğu her halinden belli olan bir yüzle;

-         Daha sonra. Dedi.

-         Peki, sen bilirsin. Dedi kız.

Bir yandan niye hayır dediğine kızdı. Çünkü evde kalmak istemiyordu. Ama gitmekte istemiyordu. İnsan mutsuzluğa bile bile evet der mi?!
Evine girdiğinde burnuna gelen yemek kokusu ile acıktığının farkına vardı.

-         Babaanne ne yaptın? Diye bağırdı.

-         Aç, sobanın üzerinde. Dedi babaannesi.

Soğuktan üşümüş ve kaskatı durmak için emir almış gibi duran ellerini sobanın üzerinde duran tencereye uzattı.

-         Güzel… Dedi, içinden.

Üzerinden izlediğinde, bir yığın insan kalabalığı gibi duran fasulyelere bakarken babaannesi sofrayı getirmeye çalışıyordu. Ona yardım etti ve yemekleri getirmeye başladılar. Zaten yemek olarak çokta taşınacak bir şey yoktu. Tenceredeki yemek, ayran, ekmek ve biraz da turşu…  Ama o turşu onun favorisiydi. Çünkü o turşuyu, babaannesi daha yazın kurar üç dört aya kadar iyice olması için bekletirdi. Tam kıvamına gelmiş olan bu turşuyu çok severdi.
Yemek bittikten sonra dedesine yardım etmek için ambarın (köylerde her şeyin saklandığı ayrı kiler evi) yolunu tuttu. İçeride ısındığı için kapıdan çıkarken yüzüne gelen sert soğuğu hissetti. Hemen geri döndü ve montunu sırtına geçirdi. Tekrar koşarak kapında çıktı. Bahçeli şirin ufak bir köy eviydi onun evi. Sağdan baktığında bahçeye çıkan bir yamaç ve ıhlamur ağacı görünürdü. Kapının tam karşısında da birkaç basamaktan oluşan, ama çocukların bir basamağı iki adımda geçtiği geniş bir merdiven vardı. Yazın her tarafı çiçeklerle sarılı olan bu merdiven kışın makyaj yapmayı ve süslenmeyi arzulayan bir kadın gibi olurdu.
Dedesinin bağırmasıyla koşmaya başladı ve dakika alabilecek yolu saniyeler içinde tüketti.

-         Nerde kaldın kızım? Hadi gir şu göze! Dedi dedesi. (göz: ambarın oda gibi olan bölmesi)

Hemen ufak bedeni ile atladı. Tam da dedesinin tarif ettiği yerdeki çuvalı sırtladı ve dedesine doğru uzattı. Çokta kolay olmadı tabi sırtlaması, bacaklarının gerginliğini ve sırtına saplanan ufak ağrıyı bir an duymadı ama uzattığı anda hissetti. Dedesi de durumu hemen anlamış gibi çuvalı elinden hemen kaptı.
Ne kadar da yaşlanıyordu dedesi! Yüzüne baktığında çizgilerinin şeklinin değiştiğini ve ince bıyıklarının üzerine yenilerinin eklenmekte olduğunun farkına vardı. Dedesinin yüzünü çok iyi biliyordu.  Çünkü dedesi erken yattığı için neredeyse her akşam onun yüzüne dalıp bir şeyler düşünmeyi alışkanlık edinmişti. Bu düşünceler zihninden çok hızlı bir şekilde akıp geçti. Dedesinin çuvalı yere bırakıp dönmesi kadar hızlı.
Gözden alınması gereken ikinci şey tenekeydi. Eski yağ tenekesininsin üst kısmının koparılıp yan kısımlarına tel geçirmesiyle oluşan, bir şeyler taşımakta büyük kolaylık sağlayan bu tenekeyi almak için geriye döndü ve yere uzandı. Tam tenekeyi çekerken duvar ile teneke arasında kalmış ufak bir torba, hızla aradan kayarak ayaklarının önüne, düştü. Sanki orası torbanın istediği yerdi. Kurtulması gereken şeyden kurtulmuş gibi oraya sabitlendi.   
Dedesinin sesiyle tenekenin artık kaldırılması gerektiğini anlayıp hemen dedesine uzattı. Hareket etmesiyle biraz ayaklarının gerisinde duran, siyah ve dışı tozla çamur arası bir kalıntıyla kaplanmış olan torbayı kavradı, ambarın gözünden kendini yukarı çekti ve çıkardı.
Gizemli torbasını da yanına alarak aynı yolu yine saniyeler içinde aşarak evin içerisine girdi. Kışın hem evi ısıtan hem de yemeklerin pişmesine yardımcı olan sobanın hemen yanında, masa ile soba arasında kalan ufak köşesine hızla yerleşti ve torbasını açmaya koyuldu.
O köşeyi her zaman çok severdi, üşüdüğü geceler minik bedenini sobanın alt kısmına yerleştirerek, sıcaklığı kemiklerinin en son noktasında ve kavrulana kadar hissetmedikçe çekmezdi. Belki yine aynısını yapardı ama şu anda onu heyecanlandıran ve mutlu eden başka bir şey daha vardı. Gizemli bir torba…
Torbanın düğümlenmiş sıkı ağzını uzun bir çabadan sonra açtı. İçinde rengârenk ufak, ince elektrik kabloları vardı.

-         Evettt… Evettt… Diye yineledi içinden.

Yöntemi bulmuştu. Süper bir fikirdi bu.  Ama bir anda duruldu, çünkü makasa ihtiyacı vardı ve babaannesinin ona makas vermeyeceğini biliyordu. Geçen sefer makası bir anda karar verdiği ve uyguladığı eski kıyafetler için kullanmıştı. Eski olmasına, hatta giyilmek için yıllardır sıra bekleyen bu kıyafetlerin kesilmesine, babaannesi neden kızmıştı anlam verememişti. Ama bir bildiği vardı elbette. Acilen bir çözüm bulmalıydı. İstese miydi acaba!

-         Amannn… dedi içinden. Vermesin vermeyecekte zaten! Ben bulurum.

 Bir hızla sobanın yanındaki köşesinden kalktı ve diğer odaya geçti.
-         Nerede olabilirdi? Diye düşünmeye koyuldu.

-         Tabi ki de! Dedi içinden, dikiş makinesinin çekmecesinde.

Gülümsedi ve makinenin yanına yöneldi, hızla açtığı makinenin gözlerinde bir şey göremedi. Kızdı kendi kendine;

-         Niye kesmişti ki o kıyafetleri?

Eğer kesmeseydi o kıyafetleri babaannesi şimdi verirdi. Sorsam mı? Kızar mı? Sorularını tiren istasyonunda dizilmiş vagonlar gibi sıralarken; gözlerinden oradan beyninin her bölmesine yayılmakta olan ışığı ve kristallerin içine dolmasını hissetti.
Elini dikiş makinesinin altında bulunan ve babaannesinin yumaklarını, dikiş iğnelerini sakladığı bölmeye uzattı. İğnelerinin kaybolması ve kırılması yüzünden babaannesi bu yöntemi bulmuştu. Gizli sanıyordu ama yanılıyordu. Sadece onu kızdırmamak için söylemiyordu.
İnce ve sekiz yaşına göre daha ufak olan bedenini dikiş makinesine iyice yaklaştırdı ama kolu kısa geliyordu, erişemiyordu.
Hızlı bir şekilde elini çekti makinenin altına girip elini hızlıca alttaki göze itti. Parmaklarının ucunda demirin soğukluğunu hissedince yanaklarında gülümseme izleri belirdi. Yavaşça makası dışarı çıkarmak için elini çekti. Çünkü ufak bir makas değildi, neredeyse yeni doğmuş bir bebek boyutunda olan bir demir parçasıydı. Babası onu koyunların yünlerini yaz aylarında sıcaklaşmasınlar diye kesmek için kullanırdı. Gerçekten de çok keskindi. Babasının hızıyla şekillenen makas, bir koyunu kısa zamanda kıyafetsiz hale getirirdi. Koyunların o haline çok gülerdi, çünkü babasının elinden kurtulan koyunlar utanıp kaçarlardı.
Eline aldığı makası kazağın içine, akledi ile pantolonun arasına yerleştirdi. Şimdi torbayı alıp gizli bir köşe bulması gerekiyordu.  Makası almıştı, evet ama her an elinden alınabilirdi.
İç odaya sessizce, sanki oda da bebek uyuyormuşçasına sakin ve yavaş adımlarla girdi. Siyah torbasını da kaptığı gibi babasının odasına daldı. Babasının odasına, bir işleri olmadığı takdirde kimse girmezdi, onun rahatlığı ile torbayı ve kendisini yatağa fırlattı.

-         Ahhhhh….

Makası unutmuştu. Neyse ki ufak, biraz derince bir çizik oluştu sadece. Hemen makası dışarı çıkardı ve işe koyuldu. Rengârenk ince kabloları aynı boyda kesip, birbirine dolamaya birleştirip halkalar yapmaya başladı. Zihni zehir gibi çalışıyordu. Mutlu olduğu bir andı. Yaptıklarını sağ kolunun hemen hizasında yatağın üzerinde topluyordu. Birbirinden güzel yüzük ve bileklikler ortaya çıkmıştı.
Tabi ona göre yaptıkları harikaydı, çocuktu ve yaptığı ortaya çıkardığı şeyden mutlu oluyordu. En az 5 tane yüzük 3 tane bileklik yapmıştı. Hem de bunları kısa zamanda yapmayı başarmıştı. Artık tamamdı.  Bunların komşunun kızına verirse, istediği Antep Fıstıklarını onlardan alabilirdi.  Böylece onlarda karşılığında bir şey aldığı için kısa zamanda ikna olurlardı.
Yüzükleri sağ cebine, bileklikleri sol cebine yerleştirdi. İkisini de farklı cebe koymuştu, çünkü çıkarırken sayıca çok olduğu için yere düşebilir ve komşu çocukları da onları alıp kaçabilirdi. O da tadını duymak istediği Antep Fıstıklarına veda ederdi. Hem de makas yüzünden yiyeceği azar cabası olurdu.
Ceplerini doldurduktan sonra;

-         Eyvah… Makası hemen yerine koymalıyım. Yoksa bir daha babaannemin sakladığını düşündüğü yerden onu asla alamam. Dedi içinden.

Yine aynı şekilde akled ve pantolonunun arasına makası gizledi. Torbayı da dağıttığı yatak üzerinden topladı ve eline aldı. Hemen babasının odasından fırlayarak, diğer odaya geçti. Yine dikiş makinesinin altından özenle girip, makası yerine yerleştirdi. Torbayı da hemen makinenin yan tarafına koydu.
Dış kapıyı açtığında yine o soğuk rüzgâr yüzüne sertçe esti. Bu sefer ona aldırmadı, montuyla da uğraşmak istemiyordu. Onun yerine koşmayı yeğledi.  Merdivenlerin geniş aralıklarını hızlıca atlamaya çalıştı. Yolu geçti ve karşıda olan eve doğru koşmaya başladı, aynı zamanda bağırıyordu,

-         Heyyy, heyyy, ben geldiimmm…

Karşıdan duyduğu ses ile yavaşladı ve hızlı yürüme halini aldı.

-         Ne oldu? Az önce çağırdım gelmedin! Dedi kız olan.

-         İşim vardı, size harika şeyler yaptım. Dedi.

-         Neymiş o harika şeyler… Diye yüzünü buruşturdu kız olan. Erkekte sabit durduğu yerde umursamaz bir bakış fırlattı.

-         Size yüzük ve bileklik yaptım. Dedi heyecanlı, heyecanlı.

-         Nasıl? Göster bakalım… Diyerek umursamaz tavrını sürdürüyordu kız.

-         Ama dokunmak yok. Dedi, yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak.

-         Amannn.. Dokunmayız… Dedi kız olan, erkek olan kardeşi halen, donuk ve sabit bir şekilde heykel gibi duygu belirtisi göstermeden yerinde duruyordu. “Şuanda bir tokat çaksam, acaba hareket eder mi?” Diye geçirdi içinden. Sonra elini hemen cebine sokup yüzük ve bilekliklerden birer tane çıkardı.

Bu sefer erkek kardeşi yerinden kıpırdadı ve ona yaklaştı. Ablası da gözlerini büyüterek ona yaklaştı.

-         Hayırrr. Dokunmak yok dedim. Diye gürledi…

-         Tamam ya ellemedik. dedi kız olan…

Meraklı gözlerle inceleyen kardeş;

-         Nasıl yaptın? Diye sordu.

-         O benim sırrım. Dedi. Bir yandan da omuzlarını dikleştirerek bakışlarını keskinleştirdi.

-         Tamam söyleme. Dedi, kız.  Babama söylerim alır.

Bir anda duyduğunda hissettiği üzüntü, omuzlarını tekrar aşağıya indiriverdi. Ama o bunu hayal etmemişti. Ufak bir alışveriş yapacaktı. Nerden çıkmıştı şimdi babası. Hem babası alamazdı ki satılmıyordu onlar. Bütün o kablolarda ondaydı. Şimdiye kadar komşusunda o kablolardan da görmemişti. Hemen kendine güveninin geldiğini hissederek omuzlarını dikleştirdi.

-         Bunlar satılmıyor. Ben yaptım. Dedi.

-         İyi babam da yapar. Dedi kız.

-         Yapamaz, çünkü bu kablolardan sizde yok.

Kız düşündü gerçekten de o kablolardan evde hiç görmemişti. Belki de o yüzden o kadar ilgisini çekmişti.

-         Tamam, ne istiyorsun? Diye sordu kız.

Yerinde kıpırdanarak, beklediği soruya cevabını hemen yapıştırıverdi.


-         HER YÜZÜK VE BİLEKLİK İÇİN, BİR AVUÇ ANTEP FISTIĞI İSTİYORUM

Kız sinirlenmişti. Çünkü bir iki saat önce onun karşına geçip büyük bir paketin içine ellerini daldırıp zevkle o fıstıkları yemişlerdi. Bundan da çok mutlu olmuşlardı. Şimdi onu tekrar yapamayacağını düşündü ve kaşlarını çattı.

-         İstemiyorum. Dedi, kesin bir cevapla.

Ama istediğinin farkına vardırmıştı. Bunu anlayınca oda;

-         Sen bilirsin. Dedi ve arkasını döndü.

Tam gitmeye yelteniyordu ki, kolundan kızın yakaladığını hissetti.

-         Ne oldu? Diyerek kızın yüzüne döndü.

-         Tamam, dur. Dedi kız.

Kardeşine baktı ve Antep Fıstığı paketini hemen getirmesini söyledi. Heykel gibi sabit durmayı alışkanlık edinmiş olan kardeşi, şaşılacak derece hızlı bir şekilde içeri girdi ve paketle dışarı çıktı.

Karşılıklı alışverişten sonra gözlerini cebine dikmişti, mutluydu. Koşarak eve gitti ve uzun süredir farkına varmadığı, soğuktan donmuş bedenini sobaya yaklaştırdı. Ellerini de sobanın borusuna birkaç defa hızlıca dokundurup çekti. Masanın yanında, sobanın dibinde olan köşesine yerleşti ve yemeye başladı.

Başarmıştı, sabahtan beri bunu istiyordu. Babası alamıyordu, çünkü köyde market yoktu. Onlara babaları kasabadan almıştı. O da aklını kullanmış onlardan almıştı.
Duyduğu mutlulukla yemeye başladı. Yarısından fazlasını yemiş ve bitirmeye yaklaşmıştı. Son taneleri elinde tutarken, yüzü bir anda sabitlendi. Sadece eline bakıyordu. Az önce kabuklarını çıkarıp ağzına attığı fıstık bir türlü boğazından aşağıya inmiyordu. Sanki boğazının giriş kısmını bir kapak ile kapamışlardı. Düşünmek istemiyordu ama beynindekiler onu oradan oraya, rüzgârdaki kopmuş bir yaprak gibi savuruyordu. Zorla yutkundu ve öksürmeye başladı. Hemen yanındaki sürahiden su doldurup, bir bardak dolusu suyu dikti. Şimdi biraz durulmuştu, ama beyni ona aynı soruyu tekrarlıyordu.

Hızlı hızlı koşarcasına aynı şeyi sayıyordu, kulağı aynı şeyi duyduğu gibi, gözleri de aynı sorunun beyaz bir sayfa üzerinde akışını izliyordu.

“BU HEP BÖYLE Mİ GİDECEK”

“Bu hep böylemi gidecek”

Tekar tekrar aynı cümle. Cümleleri beyninde tekrarlarken başını sola çevirdi ve baktı. Bu soruyu soran ve ısrarla tekrarlayan babaannesiydi.



(Küçük bir kızın yaşamından alınan bir gün, hatta birkaç saat. Bazen hayatta çabasız bir şeyin olmayacağını bize anlatan bu bir gün, bazen çabanın belirli zamanlarda artık insanı yorduğunu da anlatıyor. Gözlemle birlikte ufak bir yüreğin heyecanını anlatan hikâye, insanlar arasında ki ilişkilerin aslında minik dediğimiz yaşlarda başladığını ve çocukça dediğimiz çoğu şeyin gelecekteki kişiliğimizi nasıl yansıttığını vurguluyor. Umarım yaşamınız sadece bir Antep Fıstığı gibi yapılabilecek isteklerle ve hep böyle gitmeyen bir yaşamda olsun. Zira mutlu yaşamında bir hüznü, hüzünlü yaşamında bir mutluluğu olması gerekir)