Ellerini betonun üzerinde yavaş yavaş gezdiriyordu. Her
dokunduğunda yüzü biraz daha derinlere gömülüp uzaktaki noktaya sabitleşiyordu.
Yüzü donuktu. Bakışlarıyla birlikte yüzü kirpikleri bile oynamayan ufak bir
oyuncak bebeğe benziyordu. Bir anda köpeğin havlaması ile irkilerek başını iki
yana salladı. Bilinçsizce sesin nereden geldiğini kestirmeye çalışıyordu.
Sallanan başıyla birlikte sanki gözlerinin önündeki görüntülerde, bir sağa bir
sola doğru eğilmişler sonra da çamurlu bir suya taşın değmesi gibi bulanıklaşıp
uzaklaşmışlardı.
Sonra betonun üzerinde gezdirdiği ellerine baktı. Üşüdüğünü
hissetti. Uzun süredir buradaydı ama bir iki saniye öncesine kadar üşüdüğünün
farkına varmamıştı. Ellerini birbirine kavuşturarak ovuşturmaya başladı. Sonra
sağ elini sol elinin üzerine bastırdı ve biraz tuttuktan sonra çekti.
Bastırdığı yer bembeyazdı, ayaklarının altındaki kar gibi. Biraz aradan sonra bastırdığı
yer yavaş yavaş pembeleşmeye başladı. Sessiz ama hızlı bir nefes alışverişi
yapıyordu. Kalbi de az önceki kızgınlığının geçtiğini vurgular gibi yavaş
atmaya başlamıştı. Az önce ise sanki yerinden çıkacakmış gibi, maratona
katılmış bir koşucunun kalbi gibi hızlıydı.
Gözleri ile aradığı yeri bulmuştu. Az
önce havladığı yerde köpek ona bakıyordu. Niye havlamıştı ki, sert bir ifadeyle
ona bakarak kızgınlığını anlatmaya çalıştı. Köpeğine çok nadir kızardı ama bu
sefer gerçekten onu kızdırmıştı. Çünkü onu huzurlu hissetmesini sağlayan
hayalinden uyandırmıştı. Ne güzeldi hayali. Kocaman bir çanta ile babası eve
geliyor içinde tüm sevdiği yiyecekleri getiriyordu, en çok ta Antep Fıstığı!
-
Hepsi
senin için! Diyordu, gülen bir yüzle babası.
Sessizce ve bir yatalak hastanın yerinden doğrulmaya
çalışması gibi, uzun süredir oturduğu beton yığınının üzerinden bedenini
uzaklaştırdı. Kazağının içine sanki bir kar yumağı bırakılmış gibi içi ürperdi.
Tam içeri gitmesi gerektiğini düşünürken kulağına gelen sese yöneldi.
-
Hadi
gelmiyor musun? Dedi komşunun kızı.
Sanki onun için o saniyeler akmıyordu da kenarda
dinleniyordu. Yavaş yavaş, gülümseme göstermek isteyen ama gergin tuttuğu her
halinden belli olan bir yüzle;
-
Daha
sonra. Dedi.
-
Peki,
sen bilirsin. Dedi kız.
Bir yandan niye hayır dediğine kızdı. Çünkü evde kalmak
istemiyordu. Ama gitmekte istemiyordu. İnsan mutsuzluğa bile bile evet der mi?!
Evine girdiğinde burnuna gelen yemek kokusu ile acıktığının
farkına vardı.
-
Babaanne
ne yaptın? Diye bağırdı.
-
Aç,
sobanın üzerinde. Dedi babaannesi.
Soğuktan üşümüş ve kaskatı durmak için emir almış gibi duran
ellerini sobanın üzerinde duran tencereye uzattı.
-
Güzel…
Dedi, içinden.
Yemek bittikten sonra dedesine yardım etmek için ambarın
(köylerde her şeyin saklandığı ayrı kiler evi) yolunu tuttu. İçeride ısındığı
için kapıdan çıkarken yüzüne gelen sert soğuğu hissetti. Hemen geri döndü ve montunu
sırtına geçirdi. Tekrar koşarak kapında çıktı. Bahçeli şirin ufak bir köy
eviydi onun evi. Sağdan baktığında bahçeye çıkan bir yamaç ve ıhlamur ağacı
görünürdü. Kapının tam karşısında da birkaç basamaktan oluşan, ama çocukların
bir basamağı iki adımda geçtiği geniş bir merdiven vardı. Yazın her tarafı
çiçeklerle sarılı olan bu merdiven kışın makyaj yapmayı ve süslenmeyi arzulayan
bir kadın gibi olurdu.
Dedesinin bağırmasıyla koşmaya başladı ve dakika alabilecek
yolu saniyeler içinde tüketti.
-
Nerde
kaldın kızım? Hadi gir şu göze! Dedi dedesi. (göz: ambarın oda gibi olan
bölmesi)
Hemen ufak bedeni ile atladı. Tam da dedesinin tarif ettiği
yerdeki çuvalı sırtladı ve dedesine doğru uzattı. Çokta kolay olmadı tabi
sırtlaması, bacaklarının gerginliğini ve sırtına saplanan ufak ağrıyı bir an
duymadı ama uzattığı anda hissetti. Dedesi de durumu hemen anlamış gibi çuvalı
elinden hemen kaptı.
Ne kadar da yaşlanıyordu dedesi!
Yüzüne baktığında çizgilerinin şeklinin değiştiğini ve ince bıyıklarının
üzerine yenilerinin eklenmekte olduğunun farkına vardı. Dedesinin yüzünü çok
iyi biliyordu. Çünkü dedesi erken
yattığı için neredeyse her akşam onun yüzüne dalıp bir şeyler düşünmeyi
alışkanlık edinmişti. Bu düşünceler zihninden çok hızlı bir şekilde akıp geçti.
Dedesinin çuvalı yere bırakıp dönmesi kadar hızlı.
Gözden alınması gereken ikinci şey tenekeydi. Eski yağ
tenekesininsin üst kısmının koparılıp yan kısımlarına tel geçirmesiyle oluşan,
bir şeyler taşımakta büyük kolaylık sağlayan bu tenekeyi almak için geriye
döndü ve yere uzandı. Tam tenekeyi çekerken duvar ile teneke arasında kalmış
ufak bir torba, hızla aradan kayarak ayaklarının önüne, düştü. Sanki orası
torbanın istediği yerdi. Kurtulması gereken şeyden kurtulmuş gibi oraya
sabitlendi.
Dedesinin sesiyle tenekenin artık kaldırılması gerektiğini
anlayıp hemen dedesine uzattı. Hareket etmesiyle biraz ayaklarının gerisinde
duran, siyah ve dışı tozla çamur arası bir kalıntıyla kaplanmış olan torbayı
kavradı, ambarın gözünden kendini yukarı çekti ve çıkardı.
Gizemli torbasını da yanına alarak aynı yolu yine saniyeler
içinde aşarak evin içerisine girdi. Kışın hem evi ısıtan hem de yemeklerin
pişmesine yardımcı olan sobanın hemen yanında, masa ile soba arasında kalan
ufak köşesine hızla yerleşti ve torbasını açmaya koyuldu.
O köşeyi her zaman çok severdi, üşüdüğü geceler minik
bedenini sobanın alt kısmına yerleştirerek, sıcaklığı kemiklerinin en son
noktasında ve kavrulana kadar hissetmedikçe çekmezdi. Belki yine aynısını
yapardı ama şu anda onu heyecanlandıran ve mutlu eden başka bir şey daha vardı.
Gizemli bir torba…
Torbanın düğümlenmiş sıkı ağzını uzun bir çabadan sonra açtı.
İçinde rengârenk ufak, ince elektrik kabloları vardı.
-
Evettt…
Evettt… Diye yineledi içinden.
Yöntemi bulmuştu. Süper bir fikirdi bu. Ama bir anda duruldu, çünkü makasa ihtiyacı
vardı ve babaannesinin ona makas vermeyeceğini biliyordu. Geçen sefer makası
bir anda karar verdiği ve uyguladığı eski kıyafetler için kullanmıştı. Eski
olmasına, hatta giyilmek için yıllardır sıra bekleyen bu kıyafetlerin
kesilmesine, babaannesi neden kızmıştı anlam verememişti. Ama bir bildiği vardı
elbette. Acilen bir çözüm bulmalıydı. İstese miydi acaba!
-
Amannn…
dedi içinden. Vermesin vermeyecekte zaten! Ben bulurum.
Bir hızla sobanın
yanındaki köşesinden kalktı ve diğer odaya geçti.
-
Nerede
olabilirdi? Diye düşünmeye koyuldu.
-
Tabi
ki de! Dedi içinden, dikiş makinesinin çekmecesinde.
Gülümsedi ve makinenin yanına yöneldi, hızla açtığı makinenin
gözlerinde bir şey göremedi. Kızdı kendi kendine;
-
Niye
kesmişti ki o kıyafetleri?
Eğer kesmeseydi o kıyafetleri babaannesi şimdi verirdi.
Sorsam mı? Kızar mı? Sorularını tiren istasyonunda dizilmiş vagonlar gibi
sıralarken; gözlerinden oradan beyninin her bölmesine yayılmakta olan ışığı ve
kristallerin içine dolmasını hissetti.
Elini dikiş makinesinin altında bulunan ve babaannesinin
yumaklarını, dikiş iğnelerini sakladığı bölmeye uzattı. İğnelerinin kaybolması
ve kırılması yüzünden babaannesi bu yöntemi bulmuştu. Gizli sanıyordu ama
yanılıyordu. Sadece onu kızdırmamak için söylemiyordu.
İnce ve sekiz yaşına göre daha ufak olan bedenini dikiş
makinesine iyice yaklaştırdı ama kolu kısa geliyordu, erişemiyordu.
Hızlı bir şekilde elini çekti
makinenin altına girip elini hızlıca alttaki göze itti. Parmaklarının ucunda
demirin soğukluğunu hissedince yanaklarında gülümseme izleri belirdi. Yavaşça
makası dışarı çıkarmak için elini çekti. Çünkü ufak bir makas değildi,
neredeyse yeni doğmuş bir bebek boyutunda olan bir demir parçasıydı. Babası onu
koyunların yünlerini yaz aylarında sıcaklaşmasınlar diye kesmek için
kullanırdı. Gerçekten de çok keskindi. Babasının hızıyla şekillenen makas, bir
koyunu kısa zamanda kıyafetsiz hale getirirdi. Koyunların o haline çok gülerdi,
çünkü babasının elinden kurtulan koyunlar utanıp kaçarlardı.
Eline aldığı makası kazağın içine, akledi ile pantolonun arasına
yerleştirdi. Şimdi torbayı alıp gizli bir köşe bulması gerekiyordu. Makası almıştı, evet ama her an elinden
alınabilirdi.
İç odaya sessizce, sanki oda da bebek uyuyormuşçasına sakin
ve yavaş adımlarla girdi. Siyah torbasını da kaptığı gibi babasının odasına
daldı. Babasının odasına, bir işleri olmadığı takdirde kimse girmezdi, onun
rahatlığı ile torbayı ve kendisini yatağa fırlattı.
-
Ahhhhh….
Makası unutmuştu. Neyse ki ufak, biraz derince bir çizik
oluştu sadece. Hemen makası dışarı çıkardı ve işe koyuldu. Rengârenk ince
kabloları aynı boyda kesip, birbirine dolamaya birleştirip halkalar yapmaya
başladı. Zihni zehir gibi çalışıyordu. Mutlu olduğu bir andı. Yaptıklarını sağ
kolunun hemen hizasında yatağın üzerinde topluyordu. Birbirinden güzel yüzük ve
bileklikler ortaya çıkmıştı.
Tabi ona göre yaptıkları harikaydı, çocuktu ve yaptığı ortaya
çıkardığı şeyden mutlu oluyordu. En az 5 tane yüzük 3 tane bileklik yapmıştı.
Hem de bunları kısa zamanda yapmayı başarmıştı. Artık tamamdı. Bunların komşunun kızına verirse, istediği
Antep Fıstıklarını onlardan alabilirdi.
Böylece onlarda karşılığında bir şey aldığı için kısa zamanda ikna
olurlardı.
Yüzükleri sağ cebine, bileklikleri sol cebine yerleştirdi.
İkisini de farklı cebe koymuştu, çünkü çıkarırken sayıca çok olduğu için yere
düşebilir ve komşu çocukları da onları alıp kaçabilirdi. O da tadını duymak
istediği Antep Fıstıklarına veda ederdi. Hem de makas yüzünden yiyeceği azar
cabası olurdu.
Ceplerini doldurduktan sonra;
-
Eyvah…
Makası hemen yerine koymalıyım. Yoksa bir daha babaannemin sakladığını
düşündüğü yerden onu asla alamam. Dedi içinden.
Yine aynı şekilde akled ve pantolonunun arasına makası
gizledi. Torbayı da dağıttığı yatak üzerinden topladı ve eline aldı. Hemen
babasının odasından fırlayarak, diğer odaya geçti. Yine dikiş makinesinin
altından özenle girip, makası yerine yerleştirdi. Torbayı da hemen makinenin
yan tarafına koydu.
Dış kapıyı açtığında yine o soğuk rüzgâr yüzüne sertçe esti.
Bu sefer ona aldırmadı, montuyla da uğraşmak istemiyordu. Onun yerine koşmayı
yeğledi. Merdivenlerin geniş
aralıklarını hızlıca atlamaya çalıştı. Yolu geçti ve karşıda olan eve doğru koşmaya
başladı, aynı zamanda bağırıyordu,
-
Heyyy,
heyyy, ben geldiimmm…
Karşıdan duyduğu ses ile yavaşladı ve hızlı yürüme halini
aldı.
-
Ne
oldu? Az önce çağırdım gelmedin! Dedi kız olan.
-
İşim
vardı, size harika şeyler yaptım. Dedi.
-
Neymiş
o harika şeyler… Diye yüzünü buruşturdu kız olan. Erkekte sabit durduğu yerde
umursamaz bir bakış fırlattı.
-
Size
yüzük ve bileklik yaptım. Dedi heyecanlı, heyecanlı.
-
Nasıl?
Göster bakalım… Diyerek umursamaz tavrını sürdürüyordu kız.
-
Ama
dokunmak yok. Dedi, yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak.
-
Amannn..
Dokunmayız… Dedi kız olan, erkek olan kardeşi halen, donuk ve sabit bir şekilde
heykel gibi duygu belirtisi göstermeden yerinde duruyordu. “Şuanda bir tokat
çaksam, acaba hareket eder mi?” Diye geçirdi içinden. Sonra elini hemen cebine
sokup yüzük ve bilekliklerden birer tane çıkardı.
Bu sefer erkek kardeşi yerinden kıpırdadı ve ona yaklaştı.
Ablası da gözlerini büyüterek ona yaklaştı.
-
Hayırrr.
Dokunmak yok dedim. Diye gürledi…
-
Tamam
ya ellemedik. dedi kız olan…
Meraklı gözlerle inceleyen kardeş;
-
Nasıl
yaptın? Diye sordu.
-
O
benim sırrım. Dedi. Bir yandan da omuzlarını dikleştirerek bakışlarını
keskinleştirdi.
-
Tamam
söyleme. Dedi, kız. Babama söylerim
alır.
Bir anda duyduğunda hissettiği üzüntü, omuzlarını tekrar
aşağıya indiriverdi. Ama o bunu hayal etmemişti. Ufak bir alışveriş yapacaktı.
Nerden çıkmıştı şimdi babası. Hem babası alamazdı ki satılmıyordu onlar. Bütün
o kablolarda ondaydı. Şimdiye kadar komşusunda o kablolardan da görmemişti.
Hemen kendine güveninin geldiğini hissederek omuzlarını dikleştirdi.
-
Bunlar
satılmıyor. Ben yaptım. Dedi.
-
İyi
babam da yapar. Dedi kız.
-
Yapamaz,
çünkü bu kablolardan sizde yok.
Kız düşündü gerçekten de o kablolardan evde hiç görmemişti.
Belki de o yüzden o kadar ilgisini çekmişti.
-
Tamam,
ne istiyorsun? Diye sordu kız.
Yerinde kıpırdanarak, beklediği soruya cevabını hemen
yapıştırıverdi.
-
HER
YÜZÜK VE BİLEKLİK İÇİN, BİR AVUÇ ANTEP FISTIĞI İSTİYORUM
Kız sinirlenmişti. Çünkü bir iki saat önce onun karşına geçip
büyük bir paketin içine ellerini daldırıp zevkle o fıstıkları yemişlerdi.
Bundan da çok mutlu olmuşlardı. Şimdi onu tekrar yapamayacağını düşündü ve
kaşlarını çattı.
-
İstemiyorum.
Dedi, kesin bir cevapla.
Ama istediğinin farkına vardırmıştı. Bunu anlayınca oda;
-
Sen
bilirsin. Dedi ve arkasını döndü.
Tam gitmeye yelteniyordu ki, kolundan kızın yakaladığını
hissetti.
-
Ne
oldu? Diyerek kızın yüzüne döndü.
-
Tamam,
dur. Dedi kız.
Kardeşine baktı ve Antep Fıstığı paketini hemen getirmesini
söyledi. Heykel gibi sabit durmayı alışkanlık edinmiş olan kardeşi, şaşılacak
derece hızlı bir şekilde içeri girdi ve paketle dışarı çıktı.
Karşılıklı alışverişten sonra gözlerini cebine dikmişti,
mutluydu. Koşarak eve gitti ve uzun süredir farkına varmadığı, soğuktan donmuş
bedenini sobaya yaklaştırdı. Ellerini de sobanın borusuna birkaç defa hızlıca
dokundurup çekti. Masanın yanında, sobanın dibinde olan köşesine yerleşti ve
yemeye başladı.
Başarmıştı, sabahtan beri bunu istiyordu. Babası alamıyordu,
çünkü köyde market yoktu. Onlara babaları kasabadan almıştı. O da aklını
kullanmış onlardan almıştı.
Duyduğu mutlulukla yemeye başladı. Yarısından fazlasını yemiş
ve bitirmeye yaklaşmıştı. Son taneleri elinde tutarken, yüzü bir anda sabitlendi.
Sadece eline bakıyordu. Az önce kabuklarını çıkarıp ağzına attığı fıstık bir
türlü boğazından aşağıya inmiyordu. Sanki boğazının giriş kısmını bir kapak ile
kapamışlardı. Düşünmek istemiyordu ama beynindekiler onu oradan oraya, rüzgârdaki
kopmuş bir yaprak gibi savuruyordu. Zorla yutkundu ve öksürmeye başladı. Hemen
yanındaki sürahiden su doldurup, bir bardak dolusu suyu dikti. Şimdi biraz
durulmuştu, ama beyni ona aynı soruyu tekrarlıyordu.
Hızlı hızlı koşarcasına aynı şeyi sayıyordu, kulağı aynı şeyi
duyduğu gibi, gözleri de aynı sorunun beyaz bir sayfa üzerinde akışını
izliyordu.
“BU HEP BÖYLE Mİ GİDECEK”
“Bu hep böylemi gidecek”
Tekar tekrar aynı cümle. Cümleleri beyninde tekrarlarken başını
sola çevirdi ve baktı. Bu soruyu soran ve ısrarla tekrarlayan babaannesiydi.
(Küçük bir kızın yaşamından
alınan bir gün, hatta birkaç saat. Bazen hayatta çabasız bir şeyin olmayacağını
bize anlatan bu bir gün, bazen çabanın belirli zamanlarda artık insanı
yorduğunu da anlatıyor. Gözlemle birlikte ufak bir yüreğin heyecanını anlatan hikâye,
insanlar arasında ki ilişkilerin aslında minik dediğimiz yaşlarda başladığını
ve çocukça dediğimiz çoğu şeyin gelecekteki kişiliğimizi nasıl yansıttığını
vurguluyor. Umarım yaşamınız sadece bir Antep Fıstığı gibi yapılabilecek
isteklerle ve hep böyle gitmeyen bir yaşamda olsun. Zira mutlu yaşamında bir
hüznü, hüzünlü yaşamında bir mutluluğu olması gerekir)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder